top of page

"Türkiye, ileri gitmek için geçmişine bakmalı"

Güncelleme tarihi: 12 Kas 2018


"Yanlış giden bir ekonomi ile mücadele eden Ankara, bir zamanlar doğru yaptığı şeylerden ders çıkarabilir."


Not: Bu yazı Prof. Dr. Daron Acemoğlu'nun 30.08.2018'de Bloomberg'de yayımlanan İngilizce orjinalinden Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Yazının orjinali için tıklayınız.


Türk Lirasında yaşanan kriz gazete manşetlerinden düştü, ancak hükümetin kanamayı durdurmak için aldığı geçici tedbirler, ekonomiyi hasta eden asıl şeyleri iyileştiremeyecek. Köşenin ardında başka krizler de var: Türk yetkililer tarafından hapsedilen Amerikalı Pastör Andrew Brunson'un akıbeti üzerine, Başkan Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında dönüp duran söylemleri takiben, ülkenin cari açığının çok büyük kısmını finanse eden yabancı sermaye akışı da kurudu. Yine ağır şekilde borçlanmış ticari sektör, özellikle gayrimenkul ve inşaat şirketleri, idam ipliğine asılmış durumdalar.


Peki, Ankara bu karmaşadan nasıl kurtulur? Politik reçetelerin neredeyse kökü kurudu. Paul Krugman gibi bazıları, geçici sermaye kontrolleri yapılmasının ve yabancı para cinsinden borçlanmaların sınırlandırılmasını öneriyor. Diğer bazıları ise, şirketler veya bankacılık sektörünün ayağa kaldırılması için, özel sektör borcunun yeniden yapılandırılması, mali disiplinin sıkılaştırılması ve belki de IMF’ye(Uluslararası Para Fonu) yeniden başvurulması gibi diğer yollara işaret ediyor. Ancak Türkiye'nin yapması gereken şey hem daha basit hem daha zor: Kurumların baştan aşağı ters çevrilmesi işlemine başlamak.


Krizin kökleri, döneklik yapan yabancı yatırımcılara veya tweet fırtınaları estiren kaprisli bir Amerikan başkanına dayanmıyor; reel sektördeki düşük verimlilik, sürdürülemez kredi büyümesi ve özel sektörün aşırı genişlemesi gibi yapısal problemlere dayanıyor. Bu sorunların bizzat kendileri de, son on yıldaki ekonomik ve politik kurumların düşüşüne dayanıyorlar.


Bu her zaman böyle değildi. Çok uzun zaman önce değil, kurumların güçlülüğü Türkiye’nin hızlı ve kaliteli ekonomik büyümenin tadına varmasını sağlamıştı.


2000-2001 yılları arasındaki Türkiye’deki mali krizin ardından, 2002-2006 yılları arasında, Ülke yılda yaklaşık yüzde 7,5 oranında büyüme yaşamıştı. Buna gayri safi yurtiçi hasılanın yaklaşık yüzde 25'i kadar yüksek yatırım ve güçlü verimlilik artışı da eşlik etti ki bu; Türk şirketlerinin daha verimli hale gelmesi ve daha yeni ve daha iyi teknolojileri benimsemesi anlamına geliyordu.


Enflasyon yumuşatıldı, çünkü merkez bankasına daha fazla özerklik verildi ve siyasi motivasyonlu kaçak harcamalar dizginlenerek bütçeler kontrol altına alındı. Devlet-iş dünyası ilişkilerine bir dereceye kadar şeffaflık getirildi, en azından kamu ihaleleri alanında.


Bu reformlar yolsuzluğun ve gereksiz harcamaların azaltılmasına yardımcı oldu ve (düşürülen enflasyonun bir artısı olarak) alt borç çevirme kapasitesine ilişkin yükümlülüklerin azaltılmasıyla yaratılan mali hareket alanı ile birlikte, harcamaların temel altyapı yatırımları ve eğitim de dâhil olmak üzere daha üretken çıktılara yönlendirilmesine sebep oldu. Elbette endişe verici alanlar da vardı: en önemlisi, yargı, özerk olmaktan uzak ve verimsiz kalmaya devam etti. Ama iyi haberler kötü haberlerin önüne geçti.


Ekonomik aktivitenin ağırlık merkezi de bu dönemde değişti. Türkiye ekonomisinde onlarca yıldır egemen olan dev holdinglere karşı İstanbul’un ötesinde ve rekabet edebilecek daha küçük ölçekteki ve genç şirketlerde güçlü bir büyüme yaşandı.


Bütün bunlar, bazı ekonomistlerin daha iyi politikalar geliştirmesi nedeniyle değil, daha geniş katılımcı politikaların desteklenmesiyle mümkün hale geldi. İlk önce ve en önemlisi, tüm bu katılımcı politikalar, nüfusun daha fakir ve daha muhafazakâr kesimleri içeresinde yer alan, Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tabanına yönlendirildi. Yine bu politikalar, daha batılılaşma yanlısı orta sınıfın ve genç nüfusun zincirlerini kırmasını sağladı. Demokratik ve nefes alan bir alan yaratılarak Türkiye'deki askeri-militarist egemenlik çöküyordu ve bu da, ekonomik açılımların önünü açtı ve yüksek ve kaliteli büyümenin temelleri böyle atıldı.


Siyasi açılımdan kaynaklı bu ekonomik avantajlar sadece Türkiye'ye özgü değildir. Demokrasiye geçişlere, ekonomik büyümedeki değişim genellikle eşlik eder.


Türkiye'de daha iyi demokrasiye geçiş büyük oranda 2000'lerin başındaki hükümetlere uygulanan ekonomik ve politik kısıtlamalar nedeniyle sağlandı.


2000-2001 krizinin ardından IMF tarafından uygulanan program, kamu maliyesi ve kamu ihaleleri de dâhil olmak üzere, ekonomik politika için daha sıkı bir çerçeve oluşturdu ve kurumsal reformları uygulamaya koydu. Bir diğer önemli husus, siyasi reformlar için bir başka teşvik edici unsur olan Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımı arzusuydu.


Ne yazık ki, bunların hepsi 2006'da sona erdi. Eğer gelişmeleri getiren şey siyaset ise, yine siyaset gelişmeleri geri götürendi.


Mali kriz sonrasında sunulan siyasi yapı zayıflamaya başladı. AB katılım süreci, çok önceden, 2005 yılında başlatıldıktan hemen sonra çözülmeye başladı. AKP, 2007 genel seçimlerinde siyasi hâkimiyetini artırdıktan sonra, basın özgürlüğü ile birlikte yargının sınırlı bağımsızlığı ve etkinliği de ortadan kalkmaya başladı.


Siyasetin yönettiğini, ekonomi takip etti. Hükümet, kamu kurumlarına verilen bağımsızlığı geri çekmeye başladı. Merkez bankası hükümetin isteklerini yerine getirmeyi bir görev olarak yapmaya başladı. Yolsuzluğun ve kapalı kapılar ardındaki anlaşmaların artmasıyla birlikte, kamu ihaleleri sürecindeki reformlar geri çekildi. İktidar partisinin kayırmacılığına sahip olmak bir kez daha , özel sektördeki herhangi bir şirketin en değerli varlığı oldu.


Türkiye küresel durgunluk atmosferinde makul derecede iyi idare etse de, takip eden büyüme yıllarında kalite oldukça düşük kaldı. Geçtiğimiz on yıl boyunca üretkenlik azaldı. Bu dönemdeki büyüme, inşaat sektörü patlamasına ve yaygın kredi genişlemesine dayanıyordu. Sürdürülebilir olmayan bu tip büyüme modeli, aynı zamanda sürekli bir cari açık yarattı ve enflasyonist baskıları zaptetmek daha da zor hale geldi.


Türkiye'nin sorunlarının kurumsal arka planını anlamak en azından üç nedenden dolayı önemlidir: ilk olarak, mevcut krizin kökeninde yatan temel nedenleri çözemeyen herhangi bir politik müdahalenin yüksek kaliteli büyümeyi geri getirme olasılığı düşüktür. İkincisi, 2002-2006 deneyimi bize başka bir yol olduğunu göstermektedir, o da ekonomik ve politik kurumları geliştirmeye dayalı bir büyümenin mümkün olduğudur. Üçüncüsü, kısa vadeli sorunun büyük bir kısmı yabancı sermayenin uçuşudur. Türk ekonomisinin yapısal sorunlarının üstesinden gelmek için oluşturulan bir strateji, ayrıca yabancı yatırımcılara güven vermek suretiyle, kısa vadeli bir yarar sağlayabilir.


Sermaye kontrolleri veya finansal mühendisliğin diğer şekillerinin, kurumsal hastalıklar yüzünden sağlığını kaybeden bir ekonomiyi mucizevi bir şekilde iyileştireceğini hayal etmek yerine, Türk ekonomisinin ihtiyacının ne olduğu hususunda daha aklı başında hareket edilmelidir. İhtiyaç şudur: demokratik kurumların garanti ettiği daha kapsayıcı ekonomik kurumlar.


Atılacak önemli adımlar şöyle sayılabilir; Cumhurbaşkanlığına verilen geniş kapsamlı bazı yetkileri geri çekmek, medyayı serbest bırakmak, iş adamı ve barış eylemcisi Osman Kavala gibi siyasi tutukluları özgür bırakmak, Merkez bankası gibi kamu kurumlarına ve mahkemelere bağımsızlık sağlanması, kamu ihaleleri üzerindeki kontrollerin yeniden etkin hale getirilmesi ve yabancı ve yerli yatırımcılar için güven inşa edici basit tedbirlerin alınması.


Ancak, çözümün sadeliği sahte hayallere yol açmamalıdır.


2000'lerin başlarında siyasi reformu sağlayan koşullar şu anda mevcut değildir. Türkiye kendi anayasasını daha otoriter bir yöne doğru değiştirmiştir ve muhalefet de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı reformist bir dönüşüme zorlayıcı bir pozisyonda değildir. Mahkemeler ve medya iktidarın gücüne karşı dengeleyici kontrol sağlama işini tamamıyla bırakmıştır. Arada geçen yıllarda halk, AB üyelik sürecinin kısmen çökmesi ve Türk medyasında mütemadiyen yapılan ayrıca propagandalar nedeniyle, daha fazla batı karşıtı hale gelmiştir. Temmuz 2016'da gerçekleşen ve 300'den fazla kişinin ölümüne yol açan darbe girişimi, toplumsal ruhu daha da korkutmuş ve ülkeyi daha da kutuplaştırmıştır.


Türkiye'nin ekonomik sıkıntılarından çıkış yolu gayet açık olsa bile, o yola ulaşmak hiç de kolay bir şey değildir.


Not: Bu yazı Prof. Dr. Daron Acemoğlu'nun 30.08.2018'de Bloomberg'de yayımlanan İngilizce orjinalinden Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Yazının orjinali için tıklayınız.




157 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page